Bu yazımda size çocukluğumun iki yılını geçirdiğim ve Sındırgı Simav yolu 25. Km’sindeki bir yerden, Baruttaşı diye bilinen mevkiden bahsedeceğim. Böylelikle size çocukluğumdan hatıralar anlatıp o zaman farkına varamadığım ancak yaşım büyüdükçe idrak ettiğim bazı tespitler yapacağım.
1972 ile 1974 yılları arasında babam Baruttaşı’ndaki orman deposunda görevlendirildi. Bizim okulumuz olduğu için annemin de ısrarı ile Sındırgı’da bir ev kiralandı ve 2 yıl boyunca Atatürk İlkokulu’nda eğitim hayatım devam etti. Çünkü Baruttaşı denilen yer Sındırgı’dan 25 km uzakta, Simav Çayı’nın kenarında bir odun deposuydu.
İlk defa gittiğimde hatırlıyorum; şaşırmıştım. Depoya ait bekçi kulübesi; büyük çam ağaçlarının gölgesinde, derme çatma bir barakaydı. Çatısı galvanizdi. Yağmurlu günlerde yağmur damlalarının tıpır tıpır sesleri eşliğinde uyurduk. Bir odası ofis olarak kullanılırdı. Orada bir manyotalı telefon vardı. Orman dairesiyle iletişimi o sağlıyordu.
En yakın komşu bir kilometre ilerideydi. Arada bir araba da geçmese etrafta hareket eden canlı görünmüyordu. Kulübenin en hoşuma giden yönü çaya çok yakın olmasıydı. Kulübeyle çay arasında büyük çınar ağaçları verdi. Bazı çınar ağaçları o kadar büyüktü ki iki, üç çocuk el ele verir etrafını zor çevirirdik. Hatta bir çınar ağacını altına yağmur damlaları bile işlemezdi. Sıcak yaz günlerinde altı ev gibi korunaklı ve serin olurdu. Boş zamanlarımızda oyunlarımızı oynardık.
Çınar ağaçlarının arasından geçince uğultuyla akan çay karşımıza geliyordu. Sıcak yaz günlerinin serinleticisi, tütün tarlasından kaçmamızın müsebbibiydi. Suyun dibi görünürdü. Susadığımızda eğilir suyunu içerdik. Kenarında oturup balıkları seyrederdik.
Çay aynı zamanda ekmek teknemiz de sayılırdı. Evde ne yemek yapalım diye düşünmezdik. Babam serpmeyi alır hadi çocuklar derdi bize. Kardeşimle beraber babamın peşine düşerdik. Görevimiz babamın tuttuğu balıkları torbaya toplayıp, taşımaktı. Yiyeceğimiz kadar balık yakaladığımızda babam, biz istemesek bile, yeter, dönelim derdi. Hemen hemen her gün bir ya da iki öğünümüzü karşılardı, çay.
Önce; çaydaki su azalmaya hatta zaman zaman tamamen kurumaya başladı. Sonra balık sayısı azaldı. Çayda bulunan kasna, bıyıklı, sarıbalık, akbalık, yayın gibi yöresel adları bulunan balıklardan bazı türler görülmemeye başladı. Babamlar barajı sorumlu tutuyorlardı. Baraja atılan sazanlar ve diğer balık türleri yerli balıkları yok ettiler.
Aradan yıllar geçti. Yolum tekrar Baruttaşı’na düştüğünde gözlerime inanamadım. O ulu çınarların hiçbiri yoktu. Hepsi kesilmişti. Anıt ağaç olabilecek bu çınar ağaçlarını hangi vicdan izin vermiş, hangi vicdan insanlığına yedirebilmiş de kesmişti?
Gün geçmiyor ki yaşanan bir doğa olayın afete dönüşmesin. İnsanlık doğaya karşı savaşında her zaman yenilmeye mahkumdur. Yapacaklarımızı doğaya rağmen değil, doğayla beraber yapmalıyız. En son Trabzon Araklı’da yaşananlar ortada. Sağlıcakla kalın.
Bu yazımda size çocukluğumun iki yılını geçirdiğim ve Sındırgı Simav yolu 25. Km’sindeki bir yerden, Baruttaşı diye bilinen mevkiden bahsedeceğim. Böylelikle size çocukluğumdan hatıralar anlatıp o zaman farkına varamadığım ancak yaşım büyüdükçe idrak ettiğim bazı tespitler yapacağım.
1972 ile 1974 yılları arasında babam Baruttaşı’ndaki orman deposunda görevlendirildi. Bizim okulumuz olduğu için annemin de ısrarı ile Sındırgı’da bir ev kiralandı ve 2 yıl boyunca Atatürk İlkokulu’nda eğitim hayatım devam etti. Çünkü Baruttaşı denilen yer Sındırgı’dan 25 km uzakta, Simav Çayı’nın kenarında bir odun deposuydu.
İlk defa gittiğimde hatırlıyorum; şaşırmıştım. Depoya ait bekçi kulübesi; büyük çam ağaçlarının gölgesinde, derme çatma bir barakaydı. Çatısı galvanizdi. Yağmurlu günlerde yağmur damlalarının tıpır tıpır sesleri eşliğinde uyurduk. Bir odası ofis olarak kullanılırdı. Orada bir manyotalı telefon vardı. Orman dairesiyle iletişimi o sağlıyordu.
En yakın komşu bir kilometre ilerideydi. Arada bir araba da geçmese etrafta hareket eden canlı görünmüyordu. Kulübenin en hoşuma giden yönü çaya çok yakın olmasıydı. Kulübeyle çay arasında büyük çınar ağaçları verdi. Bazı çınar ağaçları o kadar büyüktü ki iki, üç çocuk el ele verir etrafını zor çevirirdik. Hatta bir çınar ağacını altına yağmur damlaları bile işlemezdi. Sıcak yaz günlerinde altı ev gibi korunaklı ve serin olurdu. Boş zamanlarımızda oyunlarımızı oynardık.
Çınar ağaçlarının arasından geçince uğultuyla akan çay karşımıza geliyordu. Sıcak yaz günlerinin serinleticisi, tütün tarlasından kaçmamızın müsebbibiydi. Suyun dibi görünürdü. Susadığımızda eğilir suyunu içerdik. Kenarında oturup balıkları seyrederdik.
Çay aynı zamanda ekmek teknemiz de sayılırdı. Evde ne yemek yapalım diye düşünmezdik. Babam serpmeyi alır hadi çocuklar derdi bize. Kardeşimle beraber babamın peşine düşerdik. Görevimiz babamın tuttuğu balıkları torbaya toplayıp, taşımaktı. Yiyeceğimiz kadar balık yakaladığımızda babam, biz istemesek bile, yeter, dönelim derdi. Hemen hemen her gün bir ya da iki öğünümüzü karşılardı, çay.
Önce; çaydaki su azalmaya hatta zaman zaman tamamen kurumaya başladı. Sonra balık sayısı azaldı. Çayda bulunan kasna, bıyıklı, sarıbalık, akbalık, yayın gibi yöresel adları bulunan balıklardan bazı türler görülmemeye başladı. Babamlar barajı sorumlu tutuyorlardı. Baraja atılan sazanlar ve diğer balık türleri yerli balıkları yok ettiler.
Aradan yıllar geçti. Yolum tekrar Baruttaşı’na düştüğünde gözlerime inanamadım. O ulu çınarların hiçbiri yoktu. Hepsi kesilmişti. Anıt ağaç olabilecek bu çınar ağaçlarını hangi vicdan izin vermiş, hangi vicdan insanlığına yedirebilmiş de kesmişti?
Gün geçmiyor ki yaşanan bir doğa olayın afete dönüşmesin. İnsanlık doğaya karşı savaşında her zaman yenilmeye mahkumdur. Yapacaklarımızı doğaya rağmen değil, doğayla beraber yapmalıyız. En son Trabzon Araklı’da yaşananlar ortada. Sağlıcakla kalın.
YORUMLAR