“İbrâhim ne Yahudi ne Hıristiyan idi; bilâkis o, tek Allah’a inanıp boyun eğmiş birisiydi, müşriklerden de değildi.”  (Âl-i İmrân; 67)

Kur’an-ı Kerimde geçmiş ümmetlerden, peygamberlerin inkârcılarla mücadelelerinden bahsedilir ki biz, Kur’an’ın ele aldığı bu konulara “Kur’an kıssaları” deriz. Bizden Kur’an’daki kıssların Kur’an’da neden yer aldığını, bunlarla nelerin hedeflenmekte olduğunu düşünmemiz  istenir. Kur’an kıssalarını anlamaya çalışırken kıssaların tarihî misyonu ile yetinmek kolaya kaçmak ve Kur’an’ın çağlar üstü vasfını göz ardı etmek olur.

İnsan birazcık düşünüp kafa yorunca Kur’an kıssalarındaki hakikatler kendisine birer birer görünmeye, açılmaya başlayacaktır. Meselâ yazımızın başına aldığımız   âyet-i kerimedeki Hz. İbrahim’in durumunu ele alalım:  Kur’an-ı Kerim’de bu âyet-i kerimede ve daha birçok yerde (toplam 64 âyettte) Hz. İbrahim’den, onun peygamberliğinden, hak dine çağırmakla yükümlü kılındığı kavmi ile mücadelelerinden, inkârcıların ona ve inananlarına yaptıklarından bahsedilmekte; ezcümle peygamberler atası olan bu yüce peygamberin hayatından ibretli kesitler verilmektedir.

Tarihte ve günümüzde birçok din müntesibi Hz. İbrahim’e sahip çıkıp onu kendilerinden göstererek dinlerini Hz. İbrahim ile güçlendirme çabası içinde olmuştur. Bu din saliklerinin başında Yahudiler ve Hıristiyanlar gelmektedir.

Gerek Yahudi ve gerekse Hıristiyan kaynaklarda Hz. İbrahim ile ilgili bir takım bilgiler mevcuttur ve bunların bir kısmı da Hz. İbrahim’in bir peygamber olarak misyonu ile yer yer çelişmektedir. Ama şurası muhakkak ki her iki diyanet mensupları Hz. İbrahim’in kendilerinden olduğu iddiasıyla dinlerinin hak din olduğunu ispatlamaya çalışmaktadırlar. Her ne kadar Hz. İbrahim’in yüceltilmeye ihtiyacı yoksa da demek ki o, birçok dinin ortak değeridir ve birçok dinde kendisine saygı gösterilen, yüceltilen, Allah’ın çok değerli bir peygamberi olarak kabul edilen bir şahsiyettir. Bu bizim için, biz Müslümanlar için de geçerlidir. Biz de diğer din salikleri gibi kitabımız Kur’an-ı Kerimden öğrendiğimize göre Hz. İbrahim’i “Ebu’l-Enbiya=Peygamberler Atası” olarak kabul eder ve bir peygamber olarak ona gerekli saygıyı gösteririz. Ama Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi onu kendimize hasretmeyiz; onu Allah’ın gönderdiği diğer peygamberler gibi bir peygamber olarak görür Kur’an’ın talimatı üzere “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz affına sığındık, dönüş ancak Sana’dır.” Deriz. (Bakara Suresi, âyet: 285).

Allah’ın Resulü  Hz. Muhammed (sa)’in önemle vurguladığı üzere “Her doğan fıtrat üzere doğar.” Yani insan fıtratında iman ve Allah’a kulluk daima küfür, şirk ve inkâra galebe çalar.  Fıtrat deyince, insanlar tarafından bozulmamış fıtrat yani selim fıtrat anlaşılır.  Her türlü olumsuz terbiyeye rağmen kişinin fıtratında bulunan olumlu yönler bu terbiyenin yıkıcı etkilerini yok edebilir ve kişi her türlü olumsuzluklara rağmen yine de Hak yolda kalabilir. Nitekim Hz. İbrahim’in babası –veya amcası- ile putlara tapma konusundaki tartışmalarının Kur’an-ı Kerim’de özellikle zikredilmesi onun yakın çevresinin dahi putlara tapanlardan oluştuğunu bize göstermesi açısından önemlidir ve bizce zaten bu ayrıntılar Kur’an’da özellikle verilmiştir.

Yani insan, buluğ çağına erişinceye kadar elbette yakın ve uzak çevresinden bir takım etkiler altında yetişir ve Hz. Peygamber (sa)’in, biraz önce işaret edilen hadis-i şerifindeki ifadesiyle, yakın çevresi olan “annesi-babası tarafından Yahudileştirilir, Hıristiyanlaştırılır ya da Mecusileştirilir.” Ama buluğ çağına erdikten, temyiz yaşına ulaştıktan, bedenen ve aklen olgunlaştıktan sonra selim fıtratının gereği olan Hak dine, Allah’ın dinine dönmek imkânına sahiptir ve bu imkân kendisine verilmiştir. İşte bu imkân ile Hz. İbrahim o puta tapanlar,  güneşi, ayı, yıldızları temsil eden ve kendi elleriyle yapmış oldukları putlara tapan yakın ve uzak çevresinin bütün telkinlerine, baskılarına rağmen doğru yolu bulmuş ve o kirli çevrede “Hanif yani Allah’ı tek ve yegâne  Rab, ilâh, ma’bûd ve sahip olarak tanıyan bir mü’min, Müslüman”  olarak kalabilmiş asla müşriklerden olmamıştır. Müşrikler arasında yaşamış, ama onlardan olmamıştır.

Bugün için de durum farklı değildir ve selim fıtratın farkında olan her insan, hangi pislikler içinde, hangi batıl din saliklerinin arasında, hangi ahlâksızlıkların hakim olduğu bir çevrede yaşarsa yaşasın o pisliklere bulaşmadan yaşama imkânına sahiptir ve yaşayabilir.

Zaten bir mü’minin  yakın ve uzak çevresinin bütünüyle imanlı ve salih insanlardan oluşması bu dünya hayatının bir imtihan olduğu, insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiği gerçeğiyle de örtüşmez. Her türlü kötülüğün, zulmün, en büyük zulüm olan şirkin içinde ve hatta hâkimiyetinde dahi kişinin iman edebilmesi, imanını yaşayabilmesi gerekir ki imtihan gerçekleşsin ve bu imtihanda başarılı olanlar iki dünya mutluluğuna kavuşmanın hazzına nail olsunlar.

İşte bu, günümüz insanının “birlikte yaşama”, “farklılıkları ortadan kaldırmadan ve onları bir zenginlik sayarak yaşama” dediği bir nevi hoşgörü ortamıdır ki bu âyet-i kerime o hoşgörü ortamına; bütün dinlerin bir arada ve birbirlerini inkâr etmeden yaşama imkânı bulduğu bir toplum hayatına işaret etmektedir.

Dünya Hz. İbrahim zamanında da bir imtihan dünyasıydı, bugün de, yarın da. Bu gerçek hiç değişmeyecek ve Kur’an-ı Kerim işte bu âyet-i kerimesiyle bu gerçeğe vurgu yapmaktadır.