İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, Milli Mücadele yıllarında, gönül dostu ve kader arkadaşı, Büyük Millet Meclisinin I. Döneminde milletin vekili olarak 3 yıl Tacettin Dergâhında aynı odayı paylaştığı Balıkesirli Hasan Basri Çantay’ın daveti üzerine Zağnos Paşa Camiinde verdiği, – kayıtlara “Balıkesir Vaazı” (23 Ocak 1920) olarak geçen- hitabesi; hızlı yazanlar tarafından kayda geçirilerek, önce “İzmir’e Doğru” gazetesinin 1 Şubat 1920 tarihli nüshasında, sonra da “Sebil’ür Reşâd” mecmuasının 24 Şubat 1920 tarihli nüshasında “Balıkesir Mektubu” adı altında yayınlandı.
Zağnos Paşa Camisinde toplanan Balıkesir halkına Cuma namazında Milli Mücadeleyi destekleyen bu vaazıyla seslenen Büyük Şair M. Akif Ersoy, sözlerine 30 Ekim 1918 tarihinde yazdığı “Alınlar Terlemeli” adlı manzumesiyle başlayarak, fırkacılığın ve hizipçiliğin artık terk edilmesini, el birliğiyle vatanı savunmanın zamanının geldiğini, dolayısıyla ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini ve mutlaka zafere ulaşılacağını haykırmıştı.
- Akif Ersoy’un Balıkesir’deki bu vaazı, Mili Mücadele yıllarının en önemli konuşmalarından biridir. Günümüze dair pek çok mesajları ihtiva eden bu tarihi vaazı Doç. Dr. Yücel Yiğit’in düzenlemesi ile yüksek takdirlerinize arz ediyorum.
” Ey Müslümanlar!
Evet.. Biz Müslümanlar; cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, sınırsız inkılâplar geçirirken, uzaktan seyirci saflığıyla baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza birçok felaketler yağdı. Daha da çilemizi doldurmadık.
Sebebi: Hep seyirci kalmamız; Dinimizin emirlerine olduğu kadar, dünyanın gereklerine karşı da ilgisiz durmamızdır.
Hayat, herkesin hakkıdır. Evet, bütün mahlûkat, yaşama hakkına sahiptir. O halde Allah’ın diğer mahlûkatları arasında bizim de yaşama hakkımız vardır. Lâkin bilirsiniz ki “haklı olmak” başka, “haklı çıkmak” yine başkadır. Hangi hak olursa olsun, bir hukuku olmadıkça sahibine hiçbir menfaat temin etmez.
Bugün hangi milletin adaletine müracaat ederseniz edin, elinizde gücünüz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız; onun insanlık hislerine, medeniyet hislerine sığınmaya kalkışırsanız; hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz.
Hukukun seviyesini yükseltebilirsen, hangi mahkemeye gidersen git, hakkını ancak o zaman alabilirsin. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahlûk: “Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz… “ diye haykırıp dururken, senin benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz.
Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz Müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen çocuklar gibi yerlerde emekler dururken, bir de gözümüzü açıp gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar.
Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken adamlar, denizlerin altından geçiyorlar. Newyork’tan dalıyor, Hamburg’tan çıkıyorlar ki oradaki mesafe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar.
Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi beceremedik. Tabiat bin çelik pazıya sahipken, insanın bir cılız kolu nasıl kâinata hâkim oluyor? Tabiat kuvvetlerini nasıl bu kadar hâkimiyeti altına alabiliyor?
Hayır, yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, ortak bir hedefte birleşmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki, birleşemeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek ki birleşmekte zaruret var. Bu anlaşılmış olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı.
İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarûreti görünce birleşmişler, biz ise o zarûreti görmediğimiz için bu birliği vücuda getirememişiz yahut gördüğümüz halde vahdeti sağlama cihetine yanaşmamışız.
Bugün bir insan hayatın, geçim şartlarının, ihtiyaçların aldığı tarz itibarıyla, tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler; şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne hastaneler, ne camiler, ne mektepler, ne ticaretler, ne de din ve vatanı müdâfaa edecek toplar, tüfekler cephaneler… kısacası herhangi bir şey ferdi gayret ile, yani tek başına çalışmakla kabil olmuyor.
Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o vakit bu gayretin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebiliyor.
Mademki tek başına yapılan bir çalışmanın kıymeti yoktur, biz de aramızda birliği sağlayacak topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemâatsiz yaşamaya, cemâatten ayrılmaya gelmez. İslam Cemaatinin bir ağırlık peydâ etmesi için çalışmalıyız. Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli.
Biliyorsunuz ki yabancılar asırlardan beri tefrika tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsûl aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim inlediğimiz şu felaketleri elbette görmeyecektik.
Her ne ise, geçmiş üzüntülerin bir faydası yoktur. Maziden yalnız ibret alınır.
Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa; cemâat arasında nifaka, şikayete, dargınlığa meydan açabilecek en ufak sözlerden, en ehemmiyetsiz gibi görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok.
Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi, (sıradan bir) yaşamak da elde değildir. Çünkü biz, – Allah korusun- hayat hakkımızı kaybettiğimiz gün mahkumiyet felaketine düşeriz ki; bizi tahakkümleri altına alanların nazarında bir esirden farkımız kalmaz. Hayat gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temîn ederler.
Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş renk renk mahkum milletlerin ne halde bulunduklarını gözlerimizle gördük. Allah korusun, sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı, binerlerimizi nasıl kullanıyorsak, onlar da bizi öylece kullanırlar.
Acaba biz Müslümanlar niçin bu halde düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyâsîlerimiz, ediplerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbâl için ümit verecek bir şey söylemediler.
Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!” nakaratından başka bir şey işitmedim.
“Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun…”diye sizleri gayret mücadelesine sevk edecekleri yerde, her önüne gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize ümitsizlik mayası aşıladı.
Aslında gelişmeden bahsederlerken demeleri gerekirdi ki: “Evlatlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesâfe var. Bu mesâfeyi telafi edecek sûrette çalışınız.
Sakın me’yus (ümitsiz) olmayınız. Sakın azminize düşkünlük getirmeyiniz!..”
Evet.. Böyle demeleri gerekirdi. Lâkin demediler. Üstüne üstlük, yüz binlerce halk bu devletin batacağına inanıyordu. Bir taraftan Avrupalıların gelişmesi gözlerimizi kamaştırdı, diğer taraftan muhîtimizin bu gibi olumsuz telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hâlâ o ümitsizlik ruhlarımızda hükümdardır.”
Fahri SAĞLIK
Karesi Müftüsü
( Mehmet Akif Ersoy, 23 Ocak 1920, Balıkesir Zağnos Paşa Cami )
İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, Milli Mücadele yıllarında, gönül dostu ve kader arkadaşı, Büyük Millet Meclisinin I. Döneminde milletin vekili olarak 3 yıl Tacettin Dergâhında aynı odayı paylaştığı Balıkesirli Hasan Basri Çantay’ın daveti üzerine Zağnos Paşa Camiinde verdiği, – kayıtlara “Balıkesir Vaazı” (23 Ocak 1920) olarak geçen- hitabesi; hızlı yazanlar tarafından kayda geçirilerek, önce “İzmir’e Doğru” gazetesinin 1 Şubat 1920 tarihli nüshasında, sonra da “Sebil’ür Reşâd” mecmuasının 24 Şubat 1920 tarihli nüshasında “Balıkesir Mektubu” adı altında yayınlandı.
Zağnos Paşa Camisinde toplanan Balıkesir halkına Cuma namazında Milli Mücadeleyi destekleyen bu vaazıyla seslenen Büyük Şair M. Akif Ersoy, sözlerine 30 Ekim 1918 tarihinde yazdığı “Alınlar Terlemeli” adlı manzumesiyle başlayarak, fırkacılığın ve hizipçiliğin artık terk edilmesini, el birliğiyle vatanı savunmanın zamanının geldiğini, dolayısıyla ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini ve mutlaka zafere ulaşılacağını haykırmıştı.
- Akif Ersoy’un Balıkesir’deki bu vaazı, Mili Mücadele yıllarının en önemli konuşmalarından biridir. Günümüze dair pek çok mesajları ihtiva eden bu tarihi vaazı Doç. Dr. Yücel Yiğit’in düzenlemesi ile yüksek takdirlerinize arz ediyorum.
” Ey Müslümanlar!
Evet.. Biz Müslümanlar; cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, sınırsız inkılâplar geçirirken, uzaktan seyirci saflığıyla baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza birçok felaketler yağdı. Daha da çilemizi doldurmadık.
Sebebi: Hep seyirci kalmamız; Dinimizin emirlerine olduğu kadar, dünyanın gereklerine karşı da ilgisiz durmamızdır.
Hayat, herkesin hakkıdır. Evet, bütün mahlûkat, yaşama hakkına sahiptir. O halde Allah’ın diğer mahlûkatları arasında bizim de yaşama hakkımız vardır. Lâkin bilirsiniz ki “haklı olmak” başka, “haklı çıkmak” yine başkadır. Hangi hak olursa olsun, bir hukuku olmadıkça sahibine hiçbir menfaat temin etmez.
Bugün hangi milletin adaletine müracaat ederseniz edin, elinizde gücünüz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız; onun insanlık hislerine, medeniyet hislerine sığınmaya kalkışırsanız; hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz.
Hukukun seviyesini yükseltebilirsen, hangi mahkemeye gidersen git, hakkını ancak o zaman alabilirsin. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahlûk: “Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz… “ diye haykırıp dururken, senin benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz.
Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz Müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen çocuklar gibi yerlerde emekler dururken, bir de gözümüzü açıp gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar.
Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken adamlar, denizlerin altından geçiyorlar. Newyork’tan dalıyor, Hamburg’tan çıkıyorlar ki oradaki mesafe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar.
Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi beceremedik. Tabiat bin çelik pazıya sahipken, insanın bir cılız kolu nasıl kâinata hâkim oluyor? Tabiat kuvvetlerini nasıl bu kadar hâkimiyeti altına alabiliyor?
Hayır, yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, ortak bir hedefte birleşmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki, birleşemeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek ki birleşmekte zaruret var. Bu anlaşılmış olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı.
İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarûreti görünce birleşmişler, biz ise o zarûreti görmediğimiz için bu birliği vücuda getirememişiz yahut gördüğümüz halde vahdeti sağlama cihetine yanaşmamışız.
Bugün bir insan hayatın, geçim şartlarının, ihtiyaçların aldığı tarz itibarıyla, tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler; şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne hastaneler, ne camiler, ne mektepler, ne ticaretler, ne de din ve vatanı müdâfaa edecek toplar, tüfekler cephaneler… kısacası herhangi bir şey ferdi gayret ile, yani tek başına çalışmakla kabil olmuyor.
Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o vakit bu gayretin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebiliyor.
Mademki tek başına yapılan bir çalışmanın kıymeti yoktur, biz de aramızda birliği sağlayacak topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemâatsiz yaşamaya, cemâatten ayrılmaya gelmez. İslam Cemaatinin bir ağırlık peydâ etmesi için çalışmalıyız. Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli.
Biliyorsunuz ki yabancılar asırlardan beri tefrika tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsûl aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim inlediğimiz şu felaketleri elbette görmeyecektik.
Her ne ise, geçmiş üzüntülerin bir faydası yoktur. Maziden yalnız ibret alınır.
Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa; cemâat arasında nifaka, şikayete, dargınlığa meydan açabilecek en ufak sözlerden, en ehemmiyetsiz gibi görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok.
Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi, (sıradan bir) yaşamak da elde değildir. Çünkü biz, – Allah korusun- hayat hakkımızı kaybettiğimiz gün mahkumiyet felaketine düşeriz ki; bizi tahakkümleri altına alanların nazarında bir esirden farkımız kalmaz. Hayat gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temîn ederler.
Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş renk renk mahkum milletlerin ne halde bulunduklarını gözlerimizle gördük. Allah korusun, sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı, binerlerimizi nasıl kullanıyorsak, onlar da bizi öylece kullanırlar.
Acaba biz Müslümanlar niçin bu halde düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyâsîlerimiz, ediplerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbâl için ümit verecek bir şey söylemediler.
Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!” nakaratından başka bir şey işitmedim.
“Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun…”diye sizleri gayret mücadelesine sevk edecekleri yerde, her önüne gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize ümitsizlik mayası aşıladı.
Aslında gelişmeden bahsederlerken demeleri gerekirdi ki: “Evlatlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesâfe var. Bu mesâfeyi telafi edecek sûrette çalışınız.
Sakın me’yus (ümitsiz) olmayınız. Sakın azminize düşkünlük getirmeyiniz!..”
Evet.. Böyle demeleri gerekirdi. Lâkin demediler. Üstüne üstlük, yüz binlerce halk bu devletin batacağına inanıyordu. Bir taraftan Avrupalıların gelişmesi gözlerimizi kamaştırdı, diğer taraftan muhîtimizin bu gibi olumsuz telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hâlâ o ümitsizlik ruhlarımızda hükümdardır.”
Fahri SAĞLIK
Karesi Müftüsü
( Mehmet Akif Ersoy, 23 Ocak 1920, Balıkesir Zağnos Paşa Cami )
YORUMLAR