Bir toplumun geleceğini tahmin etmek ‘değerler’ açısından aile yapısına bakmakla mümkündür. Değerlerin çoğu, kaynağı çok yüce olan bir güce dayanır ki, bundan dolayı bunlar “manevî değerler” diye anılır. Toplumumuzun %90’dan fazlası Müslüman olduğuna göre, bizde en üst kimlik din olup, en yüce değer ölçümüz de İslâmiyet’tir.

İşte bunun için yüce dinimizin aile yapımızdaki değerlere yüklediği anlamlar daima göz önünde bulundurmalı, bu değerler hakkında oluşturulabilecek anlam kaymalarına  ( kavram kargaşası ) müsaade etmemeliyiz. Son yıllarda ilenin en önemli direği kadın ile ilgili çok önemli bir kavram kargaşası yaşıyoruz. Kadının statüsünü yükseltmek için ona bir sıfat eklendi. “ Güçlü Kadın” Bu sıfat kadın derneklerinin, kadınların dilinden hiç düşmüyor. “Güçlü Kadın” deyince ne kast ediliyor, tam olarak belli değil. Yazılan, çizilenlerden anlaşıldığı kadarıyla; üniversite eğitimi almış, çalışan, para kazanan, kariyer yapan, mevki makam sahibi kadınlar kast ediliyor. “Güçlü Kadın Güçlü Türkiye” Sloganı kulağa hoş geliyor da bununla neyin kastedildiği sorusu karşısında herkes topu biribirine atıyor. “Kadınlar kalkınmanın öznesi olacak” bile denildi. Peki kadınlar kalkınmanın öznesi olunca ailenin neyi olacak? Bu konuyu düşünen yok.

Kadının anneliğinden, eş rolünden, toplumu inşa rolünden bahsedilmiyor. “Güçlü kadın, mutlu kadın” gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa mutluluk için sadece “güçlü” olmak yetmiyor. Tam aksi bazen mutsuzluk sebebi bile olabiliyor. Günümüzde stres, depresyon, yalnızlık güçlü diye tanımlanan kadınların en büyük problemleri değil mi?

“Güçlü kadın” deyip omuzlarına ağır yükler yükleniyor.  Evin sorumlulukları, iş hayatı, aile bireylerinin beklentileri derken bu ağır yüklerin altında ezilen kadın, bu yükleri taşımakta zorlanınca bazılarından kurtulmak zorunda kaldığında çoğunlukla evlilikten, annelik rolünden vazgeçmeyi tercih ediyor.

Bir de şu var ki; “güçlü olmazsan erkek seni ezer” diye kadın ve erkeği birbirine düşman edecek söylemler kadınların bilinçaltına işleniyor. Bu kez kadın ortada ezen bir koca olmadığı halde normal bir davranışı bile kötüye yorumlayıp ezilme korkusuyla ezmeyi tercih ediyor. Kadınların pek çoğu ezilme korkusuyla yaşıyor.

Konumuzun daha iyi anlaşılması için yurtdışından bir örnek vermek istiyorum. Toyota Otomotiv firması sahibi ailenin en önemli isimlerinden Eiji Toyoda’nın eşi Bayan Toyoda ile yapılan mülâkatın bir bölümü şöyledir:

Soru: Japonya’da savaş yıllarından sonra sanayi devriminin gerçekleşmesinde kadının rolü ne olmuştur?

Cevap: Sanayi devriminin gerçekleşmesinde hiç kuşkusuz kadının payı büyüktür. Belki o, aynı fabrikada, aynı iş yerinde, aynı atölyede erkeklerle beraber çalışmadı. Ama Japon kadını, iş hayatında erkeklerin iş gücünü artırmada huzurlu bir aile ortamı geliştirerek onlara yardımcı oldu. Dahası Japon kadını, ülkesinin kalkınmasını sürdürecek, kendi değer yargılarıyla harmanlanan genç nesillerin eğitimine büyük önem verdi. Onlar, aile kavramını ve ailenin kutsallığını önde tuttu. (Milliyet Gazetesi, 13 Mayıs 1990)  İşte kadın için kalkınmanın öznesi olmak bu demek. Ama biz bu gerçeği hala anlayamadık. Belki de anlamak istemiyoruz.

İslâm’da aile yapısı kutsaldır. Aile yapımız bu kutsallığını, en yüce değer kaynağı olan Kur’an ve sahih sünnetten alır. Geçen yüzyılın başlarından itibaren mantıkçı pozitivist anlayış ve düşünce biçimlerinin kültür ve düşünce dünyamızı etkilemeye başlamasıyla birlikte, aile hayatımızı da etkilemiş, bu sebeple aile yapımızda sarsılmalar baş göstermeye başlamıştır. Özellikle küresel ölçekte kitle haberleşme araçlarının artmasıyla birlikte, gelenek, ahlâk ve öz kültürümüzü dikkate almadan yapılan yerli dizi ve filmlere ek olarak bazı yabancı yayınların tabiri caizse, filtresiz olarak toplumumuza sunumu, aile yapımız üzerinde büyük tahribatlara yol açmıştır.

Geleneksel aile yapımızın değişmesinde modernleşme çabalarının büyük payı olduğu aşikârdır. Adına modern yaşam denilen hayat girdabına dalan insanlarda aidiyet duygularının zayıflamasıyla birlikte akraba ilişkilerinde de bir kopma meydana geldi. Adına çağdaş denilen toplum ve aile anlayışının bizi sürüklediği uçurumlardan birisi de evlerimizde anne-babalarımıza yer bulamayıp onları sözde “Huzurevi” denilen mekânlarda zorunlu ikamete tabi tutmak olmuştur. Günümüzde aile niye bu hale geldi? İnsanlar korunmaya ve bakıma muhtaç olduklarında neden kendileriyle konuşacak, dertlerini, hüzün ve sevinçlerini paylaşacak yakınlarını yanlarında bulamıyorlar.

Bütün bu açmazların temelinde insanın yaratılışına aykırı, materyalist anlayış ve zihniyetlere yönelme, hatta onların esiri olması yatmaktadır. Kurtuluş, ancak insanın yüce yaratıcının sesine kulak vermesi, modernitenin acımasız saldırıları karşısında öz kültürüne sımsıkı sarılması, yeniden köklerine dönmesi ile mümkündür.

Fahri SAĞLIK

Karesi Müftüsü