Yirmi birinci asrın ilk çeyreği bitmek üzere ama biz Müslümanlar hâlâ ayaklarımızdaki “çağdaşlaşma”, “çağdışılık”, “modernlik” prangalarından kurtulamadık. “Çağdaşlık” ve “çağdaşlaşma” kavramları bizde umumiyetle “Batılılık” ve “Batılılaşma” ile eşanlamlı olarak kullanılır. Dün “Batı medeniyetinin seviyesine ulaşmak ve onu aşmak” şeklinde ifade edilen amaç bugün “çağı yakalamak ve çağ atlamak” şeklinde ifade edilmektedir.

Bu kavramlar bizde üzerinde bir türlü mutabakat sağlayamadığımız konuların başında ve belki de birçok ihtilâfın kesiştiği bir düğüm noktası olarak duruyor. Bu konu üzerinde üç farklı yaklaşım sergilenmektedir. Mutlak surette Batılılaşma, Batıdan ihtiyacımız olan şeyler alarak eksiklerimizi tamamlama ve kendi kültür ve medeniye değerlerimizi canlandırarak ihya etme.

Müslüman toplumlar için kendi değerlerinden koparak baştanbaşa değişme, kimlik değiştirme bağlamında kullanılan Batılılaşma intiharla eşdeğerdir. Böyle bir yola girildiğinde elde edilecek ilk sonuç kilise ile câmi arasında kalıp ne ona ne buna mensup olamayıp kozmopolit bir toplum ortaya çıkmasıdır. Birkaç nesil sonra ise asimile olma, yok olma sonucu kaçınılmazdır.

Batıdan bazı şeyler alarak çağdaşlaşma yaklaşımı bütün ıslahat teşebbüsleri boyunca denenmiş bir yoldur. Konu üzerinde kafa yoran ıslahatçılar ve düşünürler içinde “yalnız müsbet ilim, metodoloji ve teknoloji” diyenlerden tutunda, din hariç (bazıları onu da işin içine katarak) her şey diyenlere kadar çeşitli görüş ve kanaat sahibi olanlara rastlamak mümkündür.

Batıdan bazı şeyler alarak çağdaşlaşma yaklaşımında öncelikle çözümlenmesi gereken problem, İslâm kültür ve medeniyetinin bir başka kültür ve medeniyetten neyi alıp sindirebileceği ve neyi alamayacağı meselesidir. Kültür ve medeniyet insan eseridir. İnsanların eserleri fert ve toplum olarak maddî ve manevi ihtiyaçlarından doğar. Hem ihtiyaçların oluşumunda hem de uygun bir şekilde karşılanmasında, bütün insanlar arasında ortak bulunan faktörler rol oynadığı gibi toplumdan topluma değişen inançlar, örf ve âdetler, milli ve manevi değerler de rol oynamaktadır. Kültür ve medeniyetlerin temel faktörleri bütün insanlar arasında ortak bulunanlar cinsinden olsaydı farklı kültürlerden bahsetmek mümkün olmazdı. Madem ki farklı kültürler vardır, öyleyse kültürlerin temel faktörleri de ortak değildir; toplumlara özgüdür, özgündür. Bu manada inanç, düşünce, bilgi ve değerler düzlemini ele aldığımız zaman Batı toplumları ile İslâm toplumları arasında büyük farkların bulunduğu görülür. Müslümanların Allah (c.c) inancı, insan tasavvuru, dünya ve ahirete bakışı ile Yahudi, Hristiyan veya başka din mensuplarının bakışları çok farklıdır. Bu farklılıklar farklı kültür ve medeniyetleri doğurmuşlardır.

İslam, çağlar üstüdür. Bu onun mutlak hakikat olma özelliği bağlamında evrensel karakterinin özelliğindendir. İslam, indiği çağı dönüştürdüğü gibi kendisinden sonraki çağları da dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Bunu da ilahi hüviyetinden kaynaklanan hakikat oluşu üzerinden gerçekleştirir. Ona iman eden başka bir yol, yöntem ve tarza meyletmez.

Müslümanlar arasında çağdaşlık, modernlik, asrilik problemi veya bunalımı 200-300 yıllık bir maziye dayanır. Bugün bunalımın fark edildiği, çıkış yolları arandığı, taklidin fayda vermediğinin anlaşıldığı, bunun içinde öze dönme çarelerinin araştırıldığı dönemi yaşıyoruz.

Öze dönüşün ilk şartı, kültürler ve medeniyetler arasındaki farkın şuuruna varmak, kendine ait olanın değerini bilmek ve kendine güvenmektir. Karşı tarafa hayranlık ve taklit psikolojisini terk etmek, madalyonun arka yüzünü (Batı medeniyetinin çirkin yüzünü) görmek, kendi değerlerine sahip çıkmaktır. Bunun da yolu, İslâm toplumlarının yöneticisi, aydını, sanatçısı ve halkıyla milli bir eğitim seferberliği ilân ederek gençlerini kendi medeniyetini tanıyan, bilen, medeniyet değerleri ile iftihar eden bireyler olarak yetiştirmektir. Mesele insan meselesidir. Medeniyetleri kuran ve geliştiren insanlardır.                                                                                                                                               

Şuandaki dünyanın şekillendiricisi Batıdır, kurallarını koyan da odur. Onun da temelinde yatan şey, Rönesans ile başlayan uzun bir süreç ve müteakip safahatı olan ilmî ve fennî terakki, sanayileşme, kısaca söylenecek olursa, dünyevî güçtür. Hepimizin kafasını kurcalayan husus şu: Acaba bu saydıklarımız niçin Hristiyan-Batı dünyasında oldu da Müslüman-Doğu dünyasında olmadı?

Maddî gücün tarih boyunca hep Batı dünyasında olduğunu, Doğu-İslâm dünyasının hep zaafı temsil ettiğini söylemek doğru değildir. Asırlarca manevi güç yanında maddî gücüde elinde tutan İslâm dünyası olmuş ve bunu insanlığın hayrına kullanılmıştır. O dönemde baskı, zulüm, cehalet ve mağlûbiyet Batıda idi.

Türkiye’nin, Türk dünyasının ve daha genel olarak da İslâm dünyasının temel problemlerini kimlik bunalımı, bilimde ve teknolojide geri kalış, ekonomik gerilik şeklinde özetlemek mümkündür. Bu problemlerin çözümü için girişilmesi gereken fikrî ve amelî hareket, Batıda olandan; yani Rönesans ve Aydınlanmadan farklı olmalıdır. Çünkü bu hareketler öncesinde Batının durumu ve içinde bulunduğu problemler ile bugün İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum ve problemler aynı değildir. Batılı toplumlar bozulmuş bir dinin, bu dini istediği gibi yorumlayıp kullanan kilisenin, kilise ile iş birliği yaparak halkı sömüren, köleleştiren iktidar ve servet sahiplerinin zulmüne, nefes aldırmayan baskısına isyan etmiş, başkaldırmışlardır. Aydınlanma bu isyanın fikrî yönünü, Fransız İhtilâli amelî yönünü temsil etmektedir. İslâm dünyasında mevcut problemlerden sorumlu olan ne dindir ne de toprak ve servet sahiplerinin zulmü ve baskısı. Sorumlu öncelikle Müslüman aydınları, sonra Batının sömürgeci tutumu, sonra da Batının yetiştirip İslâm dünyasında işbaşına getirdiği ve ekonomik sömürüde maşa gibi kullandığı bir kısım yöneticilerdir. Aslında toplumu kendine getirecek, yabancılardan bünyeye sızmış bulunan mikropları temizleyerek hastayı ayağa kaldıracak olanlar aydınlardı. Ne yazık ki İslâm dünyası, kendi aydınlarının inayetine mazhar olacak yerde ihanetine maruz kalmıştır.

İslam dünyasındaki aydınların çoğu maalesef kafasına uyan/uymayan ayırımı ile çağdaş/ gerici yobaz tasnifi yapar, kafasına uyanları göklere çıkarır (Örneğin O, gerçek bir din adamı, çağdaş ve dâhi bir aydın, ülkemizin yüz akı, adam gibi adam…vb.), kafasına uymayanları da (gerici, yobaz, çağ dışı…vb.) yaftalarla hor, hakir görür hale getirilmiştir.

Bizim, her alanda kalkınmamız, güçlenmemiz için Batılı olmaya değil, biz olmaya ihtiyacımız vardır. “Biz olmak”, kimliğimizi bulmak, kimlik bunalımını aşmaktır. Kimliğimiz bellidir; biz Müslümanız ve İslam medeniyetinin hem kurucusu hem de yaşatmakla sorumlu olan insanlarız.

Çağdaşlığın, modernliğin, uygarlığın temel ölçüleri sadece maddi gelişmişlik, sahip olunan para, top, tüfek, uçak değildir. Çağdaşlığın gerçek ölçüsü insani değerlerdir. İnsan hak ve hürriyetlerine verilen değerdir. Fert ve toplumlar insani değerlere ne kadar sahipse o kadar çağdaş ve moderndirler. Son yüzyılda Batının ne kadar çağdaş ve modern olduğunu gördük yaşadık. En son Filistin işgalinde bebeklerin öldürülmesine fetva veren Yahudi din adamları ile ateşkese karşı çıkan başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın çağdaşlık ve modernlik adına sergiledikleri tutum ve davranışlarını gördük. Bu zihniyeti çağdaşlıkla, modernlikle bağdaştırmak mümkün mü? Günümüzde başta kendi huzurumuzu, mutluluğumuzu, sonrada insanlığın selâmetini istiyorsak körü körüne bir Batı hayranlığını terk edip kendi kültür ve medeniyet değerlerimize dört elle sarılmamız, bir başka ifade ile ayaklarımızdaki “çağdaşlaşma”, “çağdışılık”, “modernlik” prangalarından kurtulmamız elzemdir.

Fahri SAĞLIK

Emekli Müftü